Merhabalar,
Yakın zamanda Edirne’yi seyahat etme fırsatı buldum. Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesini ziyaret ettim. Gördüklerim ve dinlediklerim karşısında hayrete düştüm. Çünkü oraya adım attığım andan itibaren karşımda büyük bir su şelalesi, arka fonda çalan ve ruhu dinlendiren ney sesi, karşımda döneminin tarihine uygun dekor ve kostümlerle canlandırılmış özellikle psikiyatri hastaları ve tüm hastalar için düzenlenmiş, kendilerini daha iyi hissetmeleri için hal-i hazırda bir dinleti için müzik ekibi bulunuyordu. Dikkatimi fazlasıyla cezbetmiş ve çok etkilenmiştim.
Dolayısıyla bu yazımda Osmanlı Döneminde ruhsal hastalıkların tedavisinde müziğin etkisinden ve hastane ortamının hastalar üzerinde nasıl bir etki bıraktığından bahsedeceğim.
Müziğin hastaların fiziksel, psikolojik, sosyal, duygusal ve manevi olarak iyileşmesinde olumlu etkisi vardır.
Müzik, dinleyen bireyde hem fizyolojik hem de psikolojik cevaplara neden olduğu için eşsiz bir uyarandır. Yapılan araştırmalarda müziğin ruhsal hastalıkların oluşumunda etkisi olan ve insanın duygusal durumunu düzenleyen serotonin, dopamin, adrenalin, testosteron gibi hormonları olumlu etkilediği; kan basıncı, solunum ritmi gibi fizyolojik işlevleri düzenlediği ve beyindeki oksijen ve kanlanmanın dengesini sağladığı gözlenmiştir.
Osmanlı Dönemine baktığımızda müziğin sağlık üzerindeki faydalarından yola çıkarak tedavi biçimine dönüştürmüşler. Bu konuda ciddi çalışmalar yapmışlar. Öncelikle her hastaya aynı müzik dinletilmezmiş. Dolayısıyla hastalara çeşitli makamlar dinletilir, kalp atışlarının hızlanıp ya da yavaşladığına bakılır sonra ise kendilerine iyi gelen uygun melodiyi belirlerlermiş. İnsana huzur veren, hareket becerisi ve güven duygusu aşılayan, cesaret ve güç bulmasını sağlayan, rahat uyuyabilmelerine katkıda bulunan makamlar şeklinde müziği kategorilere ayırırlarmış. Ayrıca şikayetleri ve benzer hastalıkları bir araya getirir, darüşşifanın müzik ekibine haftanın belirli günlerinde konserler düzenlenmesi söylenirmiş.
Müzikle tedavinin yanı sıra hastane ortamı da dikkate şayan. Hastaların iyileşebilmeleri için müziğin yanında, su sesi, güzel kokuların kullanıldığı bir hastane tasarlanmış. Üstelik bu yüzden hastanenin akustiğine de çok önem verilmiş. Müzik sahnesi şifahaneye girilen kapının tam karşısında avluya en hâkim yerde yer alıyor. Hanende ve sazendeler (müzisyenler) haftanın belli günlerinde şifahaneye gelip müzik çalıyor, havuzdaki fıskiyeden akan suyun çıkardığı sesle beraber havuzun etrafında onları dinleyen hastalar da bu şekilde rahatlıyor ve sakinleşiyorlarmış.
O dönemin Avrupa’sına ev sahipliği yapan ve modern psikiyatrinin kurucusu Dr. Kraft Ebing ruh ve sinir hastaları için bakın ne diyor?
‘‘Hristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa Türklerden öğrendi. Türkler bizden çok önce akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular’’ diyor.
16.yy’da Avrupa’da deliliğin bir hastalık olduğu bilinmiyordu ve 1818’de Fransa’da akıl hastaları hayvanlardan ve canilerden daha kötü muamele görüyordu. Böyle bir zihniyet yapısı elbette ki o dönem hastaları için ne kadar acı bir durum öyle değil mi?
Osmanlı Dönemine baktığımızda ise akıl hastalarını hor görmeyip, hayvandan daha aşağı bir varlıkmış gibi davranmayıp aslında onların kendilerini değerli hissetmelerini sağlayan, ruhlarını musikiyle ve güzel kokularla dinlendirebilecekleri bir ortam sağlamışlar.
Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu, hekimlerin önderi, bizlerin “Avicenna’’ olarak bildiği İbn-i Sina ise “Kitabü’ş Şifa” adlı eserinde şöyle der: “Tedavinin en iyi ve en etkili yollarından biri hastanın aklî ve ruhî güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, hastanın çevresini sevimli hale getirmek, ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.’ diyor. Bir bakıma ilaçların yetersiz kaldığı zamanlarda müziğin tedavi boyunca kişiye güçlü bir moral desteği verdiğini ve tedaviye olumlu bir etkisi olduğuna dikkat çekiyor.
İbn-i Sina’nın bu sözlerinden yola çıkarak aslında müziğin en önemli gayesi hem psikiyatri hastalarının ruh hallerini iyileştirmek hem de onları yok saymamak ve sosyal alanlarda aktif rol almalarını sağlayarak onları cesaretlendirmek.
Şimdi sizlere bu konu ile ilgili bir anımı anlatmak istiyorum.
Lisans eğitimimdeyken bir hastanede psikiyatri stajı görüyordum. Kadınlara mahsus klinikte müzik ekibi gelmişti. Hastaların o anki ruh hallerine göre müzik icra ediyorlardı. O sırada yanımda duran hastam ‘’Böyle müzik etkinlikleri çok güzel olmuyor mu sizce de? Kendimi insanlar içinde konserde bulunuyor gibi onlardan biri gibi hissediyorum. Çok mutlu oluyorum’’ Belki de mühim olan kendilerini değerli hissettirmek, insancıl bir muamele gördüklerinin farkında olmalarını sağlamak ve sevgimizin varlığını hissetmelerini sağlamak. Sizde böyle hissetmek istemez misiniz?
Bir psikiyatri hastasının doktoruna söylediği şu söz ile yazımı noktalamak istiyorum: “İnsanlar ilaçları daha iyi hissetmek için kullanmıyor. Aksine, kendilerini daha az kötü hissetmek için kullanıyorlar.’’ İlaçlar, tedavide primer rol alır ancak tek başına yeterli değildir. İlaç tedavisini destekleyecek hastaların huzur bulmalarını sağlayacak ve kendilerinin değerli olduklarını hissettirecek bir ortam sağlamalıyız. İster hastanede olsunlar ister farklı bir sağlık kuruluşunda olsunlar o soğuk, ilaç kokan; hastaların ‘hapishane’ diye nitelendirdiği o ortamı çiçekli ve renkli bir dünya haline getirebilir; müziğin eşsiz melodisiyle ruhlarına kapı aralayabiliriz. Biz toplum olarak yeter ki bu yola baş koyalım. İsteyelim ve inanalım!
İnanç varsa her daim imkân ve umut da vardır. Aldığımız her nefes, bize umudun her gün bir güneş gibi doğduğunu ve yeni güzel başlangıçlara gebe olduğunu hatırlatsın.