Gerçek ve Yaşanmış COVID-19 Öyküleri : Telegrafla Gelen Kabus

0 113

Doğrudan cihazınızda gerçek zamanlı güncellemeleri alın, şimdi abone olun.

Bu virüs belâsı çıktı çıkalı bizim evde huzur yok.

Önceleri Çin’de görüldüğü, onlar kedi, köpek yediği için ortaya çıktığı söylenmişti. Nasıl olsa bize çok ırak deyip rahatlamıştık. Hatta televizyonlara çok sık çıkan bir öğretim üyesi bizim Türk genlerine sahip olduğumuzu, virüsün bize bulaşmayacağını söyleyince bayağı gururlanmıştık. Benim hiç öyle ırkçı görüşlerim falan yoktur ama bu sefer iş başkaydı tabii. Yine çok ünlü başka bir hocamız, kelle paça yersek virüsten korunacağımızı söyleyince içimize su serpilmişti. Doğrusunu isterseniz oldum olası paça ile başım hoş değildir ama şifa niyetine yenirdi tabii. Ne var ki o hain virüs, bu iki hocamızı da dinlemedi ve birkaç hafta içinde yurdumuza ulaştı.

Biz her akşam televizyonlara kilitleniyoruz. O iki hocamız artık televizyonlarda görünmüyorlardı ama şimdi daha önceleri hiç tanımadığımız başka hocalarımız vardı. Onlar da çoğu zaman aralarında anlaşamıyorlar hatta birbirleriyle ağız dalaşına giriyorlardı. Her akşam televizyondaki doktorları dinleye dinleye biz de birer doktor kesilmiştik. Her gün değişen istatistikleri dikkatle izliyorduk. Hatta birçok tıbbi terimi bile ezberlemiştik. Mesela ben sürveyanstan yanaydım ama bizim hanım filyasyonu yeterli buluyordu. Bütün hocaların anlaştıkları tek ortak nokta ise sosyal izolasyondu. Hepsi de mümkün olduğunca sokağa çıkılmamasını, başkalarından uzak durulmasını öneriyorlardı. Bizim oldum olası öyle aman aman bir sosyal yaşamımız yoktu, zaten bir emekli maaşı ile ne kadar sosyal yaşantımız olabilirdi ki? Allah’tan kendimize ait, başımızı sokacak, küçük bir dairemiz vardı. Aslında bizim kurumun güzel bir lokali vardır. Birkaç ayda bir oraya gidip eski mesai arkadaşları ile hasret gidermek çok hoşuma gider. Bu lokal şehrin öbür ucunda olmasa belki daha sık gidebilirdim.

Benim ve eşimin en büyük sosyal etkinliği pazara gitmektir. Bizim semtte haftada iki kez pazar kurulur. Pazar günleri çok kalabalık olduğu için, çarşamba günlerini tercih ederiz. Yıllardır hep aynı pazara gide gele artık bütün pazarcı esnafını isimleriyle tanır olduk. Bir taraftan alış veriş yapar bir taraftan da onlarla yarenlik ederiz. Aklınızda olsun, hep aynı satıcıdan alış veriş yapınca artık o da sizi tanır ve arada çürükleri falan sokuşturamaz. Çünkü gelecek çarşamba yine yüz yüze bakacaksınızdır. Zamanla artık kimin sebzesi, meyvesi daha güzel onu da anlarsınız. Mesela biz cennet hurmasını hep Adanalı Fikret’ten, bal kabağını Selahattin’den alırız. Hacı İhsan domateslerin mıncıklanmasından hiç hoşlanmaz ve asla seçtirtmez ama bize kendi elleriyle, en iyilerini seçip verir.

Bizim yaştakilere sokağa çıkma yasağı konunca en zorumuza giden artık pazara gidemeyecek olmamız olmuştu. Ne yapalım ona da bir çare bulacaktık elbet. Maaşım banka hesabıma yattığı ve elektrik, su, telefon faturaları otomatik olarak ödendiği için o borçlar bir sorun yaratmazdı. Pazara gidemeyeceğimize göre demek ki artık bu işi bizim için kapıcımız yapacaktı. Onunla şöyle bir sistem geliştirdik; ertesi gün alınacaklar listesini ben akşamdan hazırlayıp daire kapısındaki, içine gazete, mektup…vs. konulan kutuya bırakıyordum. Alışverişe yetecek kadar bir parayı da paspasın altına bırakıyordum. Kapıcı sabah geliyor kutudan listeyi, paspasın altından da parayı alıyordu. Alışveriş sonrası poşetleri kapının önüne bırakıyor, para üstünü de o mektup kutusuna koyuyordu. Zile iki kez basması da “siparişleriniz geldi” anlamına geliyordu. Ben zil sesini duyduğumda, toparlanıp kapıyı açtığımda, kapıcımız çoktan asansöre binmiş, aşağı iniyor olurdu. Yani alışverişimizi yaparken kapıcımızın yüzünü bile görmüyorduk. Kapı önündeki poşetler içeri alınmak için en az iki saat beklemek zorundaydılar. Her gün televizyondaki hocaların önerilerine harfi harfine uyuyorduk. Yasaklar başlayalı beri karı koca birbirimizin dışında hiç kimseyle, hiçbir temasımız olmamıştı. Virüs korkusundan âdeta bir cam fanusun içinde yaşıyorduk.

Bizim karantinanın kırkıncı günüydü, kapı zili çaldı. “Allah Allah…” Bu kapıcı olamazdı. O olsa iki kez çalardı, üstelik o öğleden önce gelirdi. Kapıyı açtım, postacıydı, bir telgraf getirmişti. Biliyorum şimdi bana “Artık günümüzde telgraf çeken mi kaldı?” diye soracaksınız. Çok haklısınız. Günümüzde iletişim olanakları bu denli gelişmişken, dünyanın öbür ucuyla bir dakika içinde üç kez mesajlaşma olanağı varken, deniz ötesi ülkelerle kıtalar arası görüntülü görüşme yapılabilirken kim telgraf çeker ki? Dedim ya, ‘çok haklısınız’ ama Agâh Bey amcamı tanımış olsaydınız, bu soruyu sormazdınız.

Agâh Bey amca babamın çocukluk arkadaşıdır. Rahmetli sağ olsa doksan iki yaşında olacaktı, demek ki Agâh Bey amca da o yaşlarda olmalı. Artık nesli tükenen “İstanbul beyefendisi” kuşağının son temsilcilerinden biri olup geleneklerine sıkı sıkıya bağlı ve alışkanlıklarından bir türlü kopamayan biridir. Çok erken yaşta kaybettiğimiz babamın anlattığına göre; Agâh Bey amcanın babası bir saray mensubu imiş ama ne iş yaptığını bilmiyorum. Benim öğrenciliğimde, Kuzguncuk’ta her bayram el öpmeye gittiğim iki katlı konak babasından kalmış olmalı. Agâh Bey amca İstanbul’da artık sayıları çok azalmış olan bu ahşap konaklardan birinde yaşıyordu. Konağın bahçe kapısı hep açık olurdu, sizi hanımeli ve yasemin kokuları karşılardı. Konak kapısında zil yoktu, bu işi gören biri büyük, biri küçük iki pirinç halka vardı. İlk gidişlerimden birinde bu tak taklarla vurduğumda içeriden çıkan, başı örtülü yardımcı hanım yüzüme tuhaf tuhaf bakmıştı. Meğer ben yanlış halkayı kullanmışım. Erkekler tok ses çıkaran büyük halkayı, hanımlar daha tiz ses çıkartan küçük halkayı kullanırmış. Böylece gelen misafirin cinsiyeti anlaşılır ve ona göre kapıyı evdeki yardımcılardan erkek veya hanım olanı açarmış.

Agâh Bey amca bayramlarda el öpmeye gittiğimde, beni alt kattaki geniş bir odada misafir ederdi. Birileri üst kata çıkarken ahşap merdivenler gıcır gıcır sesler çıkartırdı. Sağ olsun, her seferinde cebime hatırı sayılır bir harçlık koyardı. Aslında buna harçlık demek haksızlık olur, verdiği miktar o dönem orta hâlli bir memurun aldığı maaş kadar olurdu. Ne zaman itiraz etmeye kalksam, “Sen bana baba yadigârısın.” der, itirazımı kabul etmezdi. Hatta bu alışkanlığını ben yüksekokulu bitirip de devlet dairesinde memur olduğumda da sürdürmeye kalkmış, ancak şiddetli itirazım sonrası ısrarından vaz geçmişti. Allah uzun ömürler versin, her İstanbul’a gidişimizde, hâlâ Agâh Bey amcama ailecek el öpmeye gideriz.

O gün 25 Nisan’dı ve Agâh Bey amcam, yıllardır hiç aksatmadan yaptığı gibi yine yaş günümü kutluyordu. Kim bilir belki eski alışkanlıklarından kurtulamadığı için bu telgraf âdetini sürdürüyordu. Belki de zamana bir çentik atmak istiyor ve o günün anısına geriye yazılı bir materyal bırakmak istiyordu. Her neyse, telgrafın içeriği hiç önemli değil çünkü aşağı yukarı hep aynı şeyler yazılıdır. Agâh Bey amcam konuşurken de bolca Osmanlıca sözcükler kullanır ama yazı dili hep çok ağdalı ve tumturaklıdır. O, yaş günümü kutlamaz, hep ‘seneidevriyemi tesît eder.’ Bu telgraf da eskilerinin aynıydı işte, sağlık ve mutluluk dilemiyor (!) onun yerine “sıhhat ve saadet temenni ediyordu.” İlahî Agâh Bey amca…

Karantina günlerimiz olanca monotonluğuyla devam ediyordu. Evdeki hapis hayatımızın artık ellinci günündeydik, iyice sıkılmıştık. Üç gün sonra yani 10 Mayıs 2020 Pazar günü sokağa çıkma yasağının sadece altmış beş yaş üstü olanlara ve dört saatliğine kaldırılacağı ilan edilmişti. Hanımla çocuklar gibi heyecanlanmıştık. Kırlara, bahçelere gidecektik. Çocuk parkları tamamen bize ait olacaktı. Ben kaydıraklarda kayacağımdan söz ediyor, hanım ise atlıkarıncalara bineceğini söylüyordu, gülüşüyorduk. O sabah boğazımda tuhaf bir kazınma başladı. Öğleye doğru kazınma arttı. Hani böyle boğazınıza bir şey yapışır da, ‘ı-ıh’ der, boğazınızı kazırsınız ya, öyle bir şey.

Hanıma belli etmek istemiyordum ama huzursuz olmuştum. Akşama doğru bir de kuru öksürük ilâve olmuştu. İyice pirelenmiştim, hiç kondurmuyordum ama bu basbayağı korona olabilirdi. Sabah olsun, hayır olsun deyip yattım. Ertesi sabah değişen bir şey yoktu, hatta öksürüğüm artmıştı.

Hemen verilen telefon numarasını aradım. Karşıma çıkan telesekreter ‘yaşımı, şikâyetlerimi, yurt dışı temasım olup olmadığını’ falan sorduktan sonra beni bir yetkiliye bağladı. Karşımdaki yetkili de aynı soruları yineledi. Ateşim olmadığı için biraz daha beklememizi önerdi ve ateşim olursa ‘tekrar aramamı’ söyledi. Bayağı tedirgin olmuştum ama yapacak bir şey yoktu. Akşama doğru üstüme bir hâlsizlik çöktü, bütün bu belirtiler COVID-19 ile uyumlu idi. Gece yarısı uyandığımda biraz ateşimin de olduğunu fark ettim. Sabah kalktığımda ise ateşim bayağı artmıştı. Hemen daha önceki numarayı tekrar aradım. Karşıma yine önce telesekreter çıktı, sonra da dün konuştuğum yetkiliyle konuştum. Bir saat sonra ambulans bizim apartmanın kapısındaydı. Gelenler astronotlara benzeyen özel tulumlar giymişti. Elleri eldivenliydi. Saçları tamamen bir bone içine alınmıştı, yüzerindeki maske üzerinde şeffaf siperlikleri bulunuyordu.

Yarım saat kadar sonra hastanedeydim. Buradaki bütün görevliler de beni ambulansla getirenlerinkine benzer şekilde özel kıyafetler giymişlerdi. Şimdi genç bir doktorun karşısındaydım. Önce şikâyetlerimi not edip, dikkatlice muayene etti, sırtımı dinledikten sonra:

— Yaşınız?

— Altmış beş.

— Bu ara hiç yurt dışına çıktınız mı ya da yurt dışından gelen biriyle bir temasınız oldu mu?

Ona, ‘elli gündür hiç evden dışarı çıkmadığımı, karım dışında hiçbir kimseyle temasım olmadığını’ anlattım.

— Peki, alışverişleriniz nasıl yapılıyor?

‘Bu işleri kapıcımızın yaptığını, titizlikle kurduğumuz sistemi, dışarıdan gelen yiyecekleri iki saat dışarıda tuttuktan sonra daire içine aldığımızı, âdeta bir cam fanusun içinde yaşadığımızı’ anlattım. Doktor bayağı huzursuzlanmıştı, “İyi ama bey amca bunun bir sebebi olmuş olmalı.” diye bastırdı. Ve devam etti: “Peki eve gelen bir polis, bekçi, ne bileyim bir tebligat… falan?” Bu “tebligat” sözünü duyunca birden Agâh Bey amcanın telgrafını hatırladım:

— Neee! Olamaz… diye bağırdım. Ama olan olmuştu işte.

Doktorun ayrıntıyı sorması üzerine ‘postacının önce bana kalemini verip elindeki defterde, adımın karşısındaki kutucuğa imzamı attırdıktan sonra telgrafı uzattığını’ anlattım. Artık konu anlaşılmıştı ama yapacak bir şey yoktu.

Beni tek kişilik bir odaya yatırdılar, hemen kan alındı ve tedaviye başlandı. Doktor bu hastalıkta üzerinde uzlaşılmış belli bir tedavi yöntemi olmadığını ve hastanın durumuna göre farklı uygulama yöntemleri olduğunu anlattı. Kan tahlili sonuçları birkaç gün sonra gelecekmiş. Boğazımdaki kazınma aynen devam ediyordu, öksürüğüm ise iyice artmıştı. Ertesi günü akciğer tomografisi çekildi. Genç doktor, benim tomografiyi kır saçlı, daha yaşlıca olan doktora gösterirken:

— Hocam, akciğer BT’deki buzlu cam bulgusu hastalık için patognomonik, dedi. Kır saçlı olan doktor, tomografiyi dikkatle inceledikten sonra başını sallayarak genç doktoru doğruladı.

Hastanedeki üçüncü günümde ateşim iyice artmıştı. Bunun üzerine beni yoğun bakıma kaldırdılar. Burada geniş bir salonda birbirinden ayrılmış kabinlerde on tane hasta yatıyordu. Hastalar birbirlerini görmüyorlardı ama bütün kabinleri görebilen bir masada oturan hemşire, yatan hastaların tümünü gözlemleyebiliyordu. Hemşire, o masadan hiç ayrılmıyor ayrıca önündeki monitörden bütün hastaları tek tek izleyebiliyordu. Yoğun bakımdaki ikinci gecemde ateşim daha da artmıştı. Bir süre kendimi kaybettiğimi hatırlıyorum. Bir ara da Kuzguncuk’taki ahşap konakta Agâh Bey amcanın elini öpüyordum. Ertesi sabah hemşire bana “Agâh Bey’in kim olduğunu” sordu. Meğer ateşim yükselince sabaha kadar onu sayıklamışım.

Yoğun bakımdaki beşinci günümde ateşim düşmüş, şikâyetlerim kısmen gerilemişti. Beni normal servise çıkardılar. Üç gün daha gözlem altında tutuldum. Hastanedeki on birinci günümdü ve ateşim normalleşmiş, şikâyetlerim büyük çapta düzelmişti. Artık taburcu olabilirdim. Doktorlarıma teşekkür ettikten, hemşireler ve hastabakıcılarla helalleştikten sonra o özel giysili hastane çalışanları, ambulansla beni eve getirdiler.

Evde şöyle bir soluklandıktan sonra hemen kâğıt kaleme sarıldım. Kırk yıldır yapmadığım bir şeyi yapacaktım, telgraf çekecektim:

“Pek muhterem Agâh Bey amca. Sıhhat ve saadet temennileriniz bendenizi ziyadesiyle mütehassis etti. Müteşekkiren arz-ı ihtiram ederim efendim.”

Bu yaşanmış Öykü Ümit Evran tarafından kaleme alınmıştır.

Accordion 2 content…


Doğrudan cihazınızda gerçek zamanlı güncellemeleri alın, şimdi abone olun.

Yorum Yapın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.