Koronavirüsle mücadele eden bütün sağlık çalışanlarına ve Dilek Hemşirenin anısına…
“Ölümden sonra hayat yoksa hayatın kendisi ölümdür.” der Tolstoy. Dilek Hemşire’nin, yavrusuna bakarken gözlerindeki ışıltılı, lekesiz, katışıksız sevgiyi görünce; yavrusunun ismini anarken dudaklarındaki incinmiş, kırılgan, yalnız ıslığını duyunca; yavrusuna dokunmak için uzatıp da dokunamadığı parmak uçlarındaki incecik sıcaklığı hissedince; bu sözün anlamını daha iyi kavradım. Dilek Hemşire, günün birinde yıllarca hasretini çektiği yavrusunu bağrına basıp koklayacağı ümidiyle sonsuzluğa gözlerini yumuyordu.
***
Seninle lise sonda tanışmıştık. Ben uzak bir şehirden, bozkırın ortasından göç edip senin yaşadığın topraklara gelmiştim. Karadeniz’in deli dalgalarıyla, birden bire beliren bulutları, aralıksız yağmurları, çamurlu yolları eşlik edecekti dostluğumuza. Sınıfa girdiğimde; gülümseyen yüzün, ışıl ışıl gözlerin, yanındaki boş yere çağırırken sesindeki samimiyetin hemen dikkatimi çekmişti. Kısa sürede arkadaş, dost, sırdaş, ruh ikizi olmuştuk.
Okul çıkışlarında “Umut” adını verdiğimiz kütüphane uğrak mekânımız olmuştu. Burası eski taş bir binaydı. Ara sokaklarda unutulmuş küçük bir yerdi. Üniversite sınavını kazanmak, yeni dünyalara yelken açmak, insanlara birer umut ışığı olmak için gezip tozmalarımızdan, hobilerimizden, eğlencelerimizden feragat etmemiz gerektiğinin bilincindeydik. Kendimize ayırdığımız tek vakit; deniz kenarındaki “Hayallerim” adını verdiğimiz aile çay bahçesinde bir semaver çay söyleyip, ıspanaklı gözleme yemekti. Burada birbirimize düşlerimizden, hedeflerimizden bahsederdik. Sen kararını vermiştin; hemşire olmak istiyordun. Ailen de seni bu meslek için destekliyor, yüreklendiriyordu. “Tek, kızımız okusun, kendi ayakları üstünde dursun.” istiyorlardı. Ben de sağlık sektöründe bir bölüm istiyordum. Ama senin kadar özverili, sabırlı, dirayetli değildim. O yüzden hemşirelik bana göre değildi. Senin mesleğinde başarılı olacağın belliydi zaten. Çay bahçesinde bir gün otururken çay dağıtan çırak Mustafa’nın elini, kırılan bir çay bardağı kesmişti. Sen hemen yardımına koşmuştun. Önce, kanlar içindeki elini gören çocuğu sakinleştirmiş sonra bir güzel pansuman yapmıştın. Hatta iş yeri sahibi Nazım amca; “Dilek kızım, acil hemşiresi gibi yetiştin imdada, sağ ol!” demişti. İçinde güzel bir iş yapmanın sevinci, yüzünde tatlı bir gülümseme vardı senin.
Günler su gibi akıp geçti. Sen çok sevdiğin bölümü; hemşireliği kazandın. Ben de tıbbi sekreterliği kazandım. Ailen seni yine yalnız bırakmamış, seninle birlikte İstanbul’a gelmişlerdi. Bense Ankara’ya gidiyordum. Mesafeler vardı aramızda ama yüreğimiz birlikte atıyordu. Arada bir buluşuyor, ete kemiğe bürünmeye başlayan hayallerimizden bahsediyorduk birbirimize. Okulu bitirir bitirmez evlenmek ve çocuk sahibi olmak istiyordun. “Ama karşımda beni bekleyen, dağ gibi, zorlu bir mesleğim var.” diyordun. Yaptığın her işi hakkıyla yapmak ve insanlara faydalı olmak istiyordun.
Mezun olur olmaz İstanbul’da, yoğun bakım ve ameliyathane hemşiresi olarak göreve başladın. Acil hemşiresi olmak demek; sabırlı, dirayetli, çelik gibi sinirlere sahip olmak demekti. Hastalar ve hasta yakınları gerilmiş birer yay gibidirler acillerde. Kime öncelik verilecek, kimin durumu gerçekten ağır, yakınlar nasıl teskin edilecek, bu karmaşa ortamında soğukkanlılıkla ama hızlı, kime, nasıl ilk müdahale yapılacak? Bunlar acil hemşiresi için çözülmesi gereken en önemli sorunlardı. Hastanın sıcak tutulması, öyküsünün dinlenmesi, enfeksiyon kontrolü, bilinç durumu ilk öğrenmesi gereken şeylerdi.
Sevecenliğin, güler yüzün, tatlı dilinle mesleğinin zor kısımlarını halletmiştin. Kurum içi eğitimler, seminerler, akademik kaynaklarla bilgi ve birikim konusunda belirli bir mesafe kat etmiştin. Acile gelen çocuklara, bebeklere özel bir ilgi ve ihtimam gösteriyordun. Onlara baktıkça içindeki annelik duygusu depreşiyordu.
Ortak bir arkadaşın vasıtasıyla Tansu Bey ile tanışmıştın. Hayatı paylaşmak konusunda anlaşmıştınız. O da işini ciddiyetle yapan, macera seven, deli dolu bir insandı. Zonguldak’ta bir iç mimarlık firmasında ahşap projeleri yürütüyordu. Ufukta evlilik gözükünce İstanbul’a yerleşmişti. Ben de böyle bir zamanda seninle aynı hastanede, hasta kabulde çalışmaya başlayınca sevinçten havalara uçmuştun. Söz, nişan göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşti. Evlilik için eşyaların çoğuna birlikte bakmıştık. Eve dönerken daha önce yoğun bakımda tedavisini yaptığın, Müzeyyen teyzeyle karşılaştık. O seni şıp diye tanıdı. “Kızım” diye boynuna atıldı. Sen de teyzeyi anımsayınca ana kız gibi samimi olmuştunuz. Müzeyyen teyze, torununun bakımı için bebek patikleri yapıp satıyordu. Düşünmeden bütün patikleri almıştın. “Çalışma arkadaşlarıma hediye ederim,” demiştin. Birini de bana vermiştin. Üstünde yelken olan, mavi bir patiği kendine alıp göğsüne bastırmıştın. Gözlerin dolu dolu; “bunu oğlum için saklayayım,” demiştin. Garip bir hüzün kaplamıştı havayı.
Düğünün sade ama muhteşem olmuştu. Hastaneye yakın bir yerden ev tutmuştunuz. Boş zamanlarında gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi çok severdin. Bir keresinde Kapadokya’ya gitmiştik, bir arkadaş gurubuyla. Orada çömlek tornasına oturmuş, çömlek yapmıştın. Sonra çömlekçi Ferit Usta’dan bir gözyaşı şişesi yapmasını istemiştin. Çömleği alıp eşine hediye etmiştin. “Benim yokluğumda gözyaşlarını bunda biriktirirsin.” demiştin. Gülmüştük.
İşine âşık bir insandın. Önlüğünü bir gün bile ütüsüz giydiğin görülmemişti. Girdiğin her ortamda pozitif enerjinle insanlara güven aşılardın. Binlerce insanın hastalığının iyileşmesinde emeğin vardı. Ameliyathane hemşiresi olarak görev yaptığında “Bugün bir kalbi elime aldım, kalp ne muhteşem bir şey, güçlüklerle baş edemediğimde hep bir kalbim olduğunu hatırlarım.” demiştin.
Hastane merdivenlerinden koşa koşa bana sarılmak için geldiğin günü dün gibi hatırlarım. İnsanların şaşkın bakışlarına aldırış etmeden, boynuma sarılmış; “bir çocuğum olacak” demiştin. Ama bu sevincin uzun sürmemiş, koşuşturmaların, yoğunlukların arasında düşük yaptığını fark etmemiştin bile. Bir adın umuttu senin. Hayata ve insanlara hep umutla bakardın. Bu sayede kendini toplamıştın. Birkaç ay sonra yeniden hamile kalmıştın. Artık daha dikkatli davranıyordun. Dinlenmene, yemene, içmene daha fazla özen gösteriyordun. Arada iş çıkışları yürüyüş yapıyorduk. “Acaba nasıl bir şey olacak, kime benzeyecek?” diyordun.
Yeni yılın ilk günleriydi. Yeni yıla yeni umutlarla girmek istiyordun. Araştırma hastanemizin işleyişi rutin bir şekilde devam ederken başhekimlikten bir anons geçildi: “Bütün hastane çalışanları; doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar, temizlik görevlileri, öğlen arasında eksiksiz bir şekilde alt kattaki konferans salonunda bulunsun.” Acil bir durum vardı.
Başhekim Galip Bey kısa ama önemli birkaç açıklamada bulunacağım demiş ve devam etmişti: “Arkadaşlar, sizi acil olarak A’dan Z’ye bütün kadro toplamamın sebebi Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bir virüs hakkında bilgilendirmek içindir. Doktorlarımızın, yardımcı personelin, hemşirelerin daha önce duymuş olduğu, SARS ve MERS hastalığına benzeyen, koronavirüs ailesinden yeni bir tür dünyayı tehdit ediyor. Henüz hangi kaynaktan bulaştığı, hangi ülkelere yayıldığı, tedavisi, aşısı, ilacı hakkında elimizde net bir bilgi yok. Ama bu virüs grubunu daha önceki deneyimlerimizden biliyoruz. Vahşi bir hayvandan bulaşma ihtimali yüksek. Aralık ayında yani tahmini bir ay önce ilk vakalara Wuhan’da rastlanmış. Dünya Sağlık Örgütü de hastalığı “COVID-19” ismiyle tanımlamış. Genelde ileri yaş grubunda ve başka kronik bir hastalığı olanlarda ağır seyrediyor ve ölümlere sebebiyet veriyor. Ateş, kuru öksürük, eklem ve kas ağrısı, solunum güçlüğü, nefes darlığı belli başlı semptomlar. Dikkat ederseniz grip benzeri bir seyir izliyor. O yüzden bütün meslek kadrolarına el hijyenine, maske kullanımına dikkat etmelerini, yakın temastan kaçınmalarını hatırlatıyoruz. Dünya Sağlık Örgütünden Sağlık Bakanlığımıza, oradan da bize gelecek olan bilgilere göre duyurular, toplantılar yapılacak, önlemler alınacak. Burada bütün çalışanlara büyük sorumluluklar düşecek. Ama özellikle acil doktorlarının, acil hemşirelerinin yükü çok daha ağır olacak.”
Bir süre herkes belirsizliğin verdiği korkuyla birbirine baktı. Seninle göz göze gelmiştik. Elini karnındaki bebeğinde gezdirmiş, onun için endişelenmiştin. Sonra slaytlar eşliğinde Wuhan’dan görüntüler geldi. Fenalaşarak yere yığılanlar, sokak ortasında hareketsiz bir şekilde yüzükoyun yatanlar, hastane önünde tedavi için uzun kuyruklar oluşturanlar, koruyucu kıyafetler giymiş personelin yığınlar hâlinde sokaktan ceset toplamaları olayın büyük bir salgına dönüşeceğinin göstergesiydi.
“Dünyanın bir yerinde bir kelebek kanat çırparak başka bir yerde kasırgaya sebep olabilir,” diye bir söz vardır. Koronavirüs de onun gibi; dünyanın bir ucunda biri hapşırınca, öksürünce diğer ucundaki insanlar bundan etkileniyordu. Artık birçok ülkede bu virüs kendini göstermişti. İnsanlar evlerine kapanmış, karantina süreçleri başlamıştı. Yeni ve farklı bir yaşam başlıyordu bütün insanlar için.
Ülkemiz de mart ayının ortasında ilk vaka görülmüştü. Herkes tetikteydi artık. Temizlik ürünleri, kolonyalar, maskeler yok satıyordu. Erzaklar stoklanıyordu. Herkes bu süreçte ayakta kalmanın planlarını yapıyordu. Dünya Sağlık Örgütü zaten bütün dünyada pandemi ilan etmişti. Büyük salgın yeni bir dünya düzeni kurduruyordu. Ve bunun inşasında ilk yapı harcını koyacak olanlar sağlıkçılardı.
Hamileliğinin ortalarında sana doğum iznine çıkman gerektiğini söylediler. Gönülsüz de olsa bunu kabul etmek zorundaydın. Senin aklında ve kalbinde bu hastalıkla mücadele eden insanlara bir el uzatmak, acılarını dindirmek için mücadele etmek vardı. Karnındaysa oğlun büyüyordu. Gün geçtikçe COVID-19 ile bilgiler gün yüzüne çıkmaya başladı. En çok bağışıklığı düşük olanlara etki ediyordu. Hamileler bu yüzden risk gurubundaydı. İki can taşıyordun. Bu yüzden karantinaya girme zamanın gelmişti.
Oğluna doğadan isimler arıyordun; Bulut mu olsa? Atlas mı olsa? Çınar mı olsa? Ilgaz mı olsa? En son Tunç’ta karar kıldın. Babası kokulu sedir ağacından güzel bir beşik tasarladı. Bebeğin bütün ihtiyaçları internetten alındı. Ailen de çok özenli ve dikkatli davranıyorlardı.
Bir gece böbreklerinin ağrıdığını hissetmiştin. “Hamilelik yordu herhâlde” diye düşünmüştün. Sonra buna eklem ağrıları eşlik etmiş, ateşin yükselmeye başlamıştı. Kendine ateş düşürücü bir serum takmıştın. İnmeyen ateş herkesi korkutmuş, daha da yükselince “tedbir alınması gerektiği” söylenmişti. Hastanede yapılan COVID-19 testi pozitif çıkmıştı. Nasıl, kimden kaptığını hiç hatırlamıyordun bile. Senin tek bir endişen vardı; evladın.
Artık evin yerini hastane almıştı. Kovit hastaları katına çıkarıldın. Karnında sana yoldaş olacak bebeğin, içinde güzel günlere duyduğun özlem vardı. Kimsenin gelip gitmesine izin verilmiyordu. Bir hafta sonra oğlun Tunç dünyaya geldi. “Hoş geldin bebek, yaşama sırası sende!”
Canın sıkıldığında çıkıp dolaştığın sokaklar, birlikte dertleştiğimiz parklar, yollar, çayımızı yudumladığımız çınar altları, ülke yediden yetmişe kesik bir sessizliğe gömülmüştü. Her gün televizyondan, sosyal medyadan, internetten vaka sayılarını, sokağa çıkma yasaklarını, önlemleri duyuyorduk. Arkadaşlarımız, sağlık çalışanları günlerce uyku uyumamış, evlatlarını görememiş, sevdiklerinin yanında olamamışlardı.
Bunları duydukça, öğrendikçe kahroluyordun. Bu insanların yüklerine bir omuz verememek seni derinden yaralıyordu.
Hastaneye yatışının üzerinden bir hafta geçmişti. Doğum günü saati erken de olsa gelip çatmıştı. Rahat bir doğum yaptın. Evladının kucağına verilmemesine içerlemiştin. Düşündüğünde bu durum onun sağlığı için hayati derecede önemliydi. Tam tamına yirmi bir saniye görebilmiştin yavrunu. Sonra o ayrı yerde sen ayrı yerde buluşacağınız günü beklemiştiniz.
Birkaç gün sonra yavrunu babası eve getirmişti. Artık uzaktan, görüntülü konuşmayla görüyordun çocuğunu. Sık sık “nefes darlığım var” diye yarı da kesiliyordu konuşma. Gitgide böbrek rahatsızlığın artıyordu. Hastalık iyiden iyiye kendini belli etmeye başlamıştı. Sık sık ağlama nöbetlerine tutuluyordun. Bir gece acilen yoğun bakım ünitesine alındın. Akciğerlerin iflas etmek üzereydi. Yapay kalp ve akciğer takıldı. Yoğun bakımda kırk altı gün kaldın. Kim bilir neler geçti zihninden, ne düşler kurdun, neleri özledin, hayalen nerelere gittin? Evladına sarıldın, öptün, belki de alıp bağrına bastın. Acilde hasta çocukların alnında gezindi şefkatli ellerin, belki de emekli olunca hayalini kurduğun, yerleşeceğin köye gittin, kiraz ağaçlarının altında kocaman delikanlı olmuş Tunç’un altın sarısı saçlarını okşadın… Kim bilir…
Dünyanın bir ucunda bir virüs kanat çırpıyor, senin kelebek ömrünü sonsuzluğa kanatlandırıyordu…
***
Hastanedeki eşyalarını toplarken çekmeceni açtım; yelkenli mavi patikleri gördüm. Üstüne bir not iliştirmiştin; “bebek patikleri, hiç giyilmemiş…”
Bu yaşanmış öykü Şerife Güze tarafından kaleme alınmıştır.